adscode
adscode

Avrupa Tıp Tarihinin Karanlık Yüzü Mısır Mumyalarından İlaç Üretmişlerdi

Richard Suggın Mumyalar Yamyamlar ve Vampirler kitabı Avrupa da cesetten ilaç yapmanın karanlık tarihçesini anlatıyor

Avrupa Tıp Tarihinin Karanlık Yüzü Mısır Mumyalarından İlaç Üretmişlerdi

Mumyalar, Yamyamlar ve Vampirler – 6. Bölüm: Ruhu Yemek

Ceset Simyası

Yeni Dünya yamyamlığı keşfimiz, Avrupalıların “kaba yamyam­lık” -hayvan davranışına en yakın, kültürü oluşturan belirgin insanî müdahalelerin karışmadığı hali- olarak gördükleri şeye özellikle düşman olduklarını gösterdi. Daha önceki bölümlerde Mısır mumyalarının özelikle ham ceset maddesinin -hem insan mumya sanatçıları hem de zamanın uzun simyası sayesinde- dö­nüştürülmesini isteyenlere özellikle uygun olduğunu belirtmiştik. 1517 ila 1557 yılları arasında bir yerlerde, resmi bir dinî hüküm­le Mısır, mumya biçimi hakkındaki daha dolaylı ve analiz edil­memiş bir duyguyu yasa haline getirdi. Ve ilginç olan tarafı bu hüküm Hıristiyanlar tarafından verilmemişti. Fontaine’in karşı­laştığı gibi sahte mumya satıcıları etrafındaki Yahudi karşıtı hava konusunda kuşkucu olsak da, bazı Yahudilerin gerçekten mum­ya kullandığı görülmektedir. Her şeyden önce Mısırlı başhaham David ben Zimra onaltıncı yüzyıl ortalarında sorulan bir soruya şu cevabı verdiği için bundan eminiz: “İnsanlar ölümcül bir teh­like bulunmasa bile ilaç olarak mumya adını verdikleri ölü kişi­lerin cesedini neye dayanarak kullanıyor ve bunu yutuyorlar?” Bu soru ayrıca mumyanın (elbette Yahudiler tarafından) “ticarete konu edildiği” gerçeğine de gönderme yapmaktadır ve şöyle de­vam etmektedir: “hem de bizim yerleşik şeriatımızda ölü kimse­nin etini yemek haram olmasına karşın”. (İtalikler yazara aittir).

Sefarad Yahudilerinin halk ilaçlarında mumya kullanımı konu­sunu araştırırken bu metni bulan Raphael Patai, şunu yazarak devam ediyor: “David ben Zimra’nın cevabı çok uzundur”. Ve şunları da ekliyor: “(cevabın) özünde… şu cümleler yer alıyor:

“Biçimi değiştiği ve ceset toza dönüştüğü için izin verilmektedir. Çünkü mumya her türlü baharatla mumyalanmış cesetlerin eti­dir”. Ancak tüketileceği zaman böyle bir ceset;

Katrana benzer bir hale gelmiştir ve katranı yemek haram de­ğildir… Üstelik eti için değil, içindeki baharatlar için alınır; çünkü mumyalanmamış olan ölülerin etinin hiçbir tıbbî değeri olmadığı iyi bilinmektedir.

Bu son sözcükler Yahudi cemaati içinde birkaç Paracelsus takip­çisinin bulunduğunu göstermektedir. Ancak Mısır mumyasına ilişkin olarak ben Zimra’nın verdiği cevap açıkça Yahudi-Hıris­tiyan anlayışı uçurumuna köprü oluşturmaktadır. Burada bir kez daha İtalyan anatomist Carpi’nin kendi tıbbî merhemine “insanın belli bir kısmı veya mumya maddesinin girdiğini” belirtmesiyle karşılaştırınız. Sonra bu benzerliği daha da belirgin olarak Pro­testan hatip Daniel Featley ile karşılaştırınız: “Sorumuz işlemden geçirilerek değiştirilmiş insan etinin tıbbî kullanımı değildir; bi­linen bir kimsenin etini ağız ve dişlerimizle yemenin günah ve korkunç bir iş olup olmadığıdır…” Buradaki temel nokta; ben Zimra’nın sözlerine benzemektedir: Featley, mumyanın “işlem­den geçirilerek değiştirildiğini” belirtmektedir. Featley’in Mısır mumyasını mı yoksa Paracelsus mumyasını mı kastettiği kesin olmamakla birlikte, yalnızca Katolikler ve Protestanların değil, Hıristiyanlar ve Yahudilerin de tıbbî yamyamlık pratiği konusun­da etkin biçimde birleştiklerini görüyoruz.

Featley’in “tıbbî” sözcüğünün, 1647 yılında üretken dinî yazar ve biyografi yazarı Thomas Fuller tarafından tekrar kullanıldığını görüyoruz. Fuller’a göre; mumya “kötü bir yiyecek” olsa bile, “iyi bir ilaç”tır. Fuller’ın bundan kastı neydi? Yazar burada gelişmiş tıp taktiklerinin, yamyamlık tehlikesini yok ettiğini ima ediyor gibi görünmektedir. En azından en kaba türde yamyamlığı -yal­nızca pişirilmemiş yiyecek ve kaba iştahla ilişkilendirilebilen tü­rünü- yok edebilir.

Bir yanda ilaç -hoşlanılacak bir şey olan yiyeceğin aksine- gide­rilmemesi halinde üzüntü verecek bir ihtiyaçtır. Öbür yandan, Fuller’ın gıda ve ilaç arasında kurduğu karşıtlık, kültür ve tabiat arasındaki temel zıtlığın açık bir yansımasıdır. Hayvanların yiye­ceği vardır; ama ilacı pek yoktur. Her şeyden önce hayvanların ilaçlar hakkında teorileri yoktur. Bu oldukça kısa cümledeki “iyi bir ilaç” deyiminde, bir yığın güçlü fikir sıkıştırılmıştır -kadim anlayışlar, gelenek ve dinî inançların hepsi bu kısa üç kelimede özetlenmiştir. Bütün bunlar yamyamlığı (veya “kaba yamyamlı­ğı”) makul ve güvenli bir mesafeye itelememize yardım etmekte­dir. Fuller’ın sözleri bize Paracelsus yanlısı yaklaşımlara, özellikle de Paracelsus yanlılarının insan bedeninin ham etini “işleme yo­luyla değiştirmek” üzere kullandıkları saygın, zor işleme biçimle­rine hayati bir anahtar sunmaktadır.

Kimya Yerine Simya

Yeni ölmüş kişilerin cesetlerinin kullanılmasında, cesedin uy­gun hale getirilmesi ve sonra işleme tabi tutulması açıkça ge­rekiyordu. Bu işlemleri yapanlar insan organizması kimyasıy­la uğraşanlardı. Elbette bu kişiler modern biyokimyacılar gibi değillerdi. Ancak Paracelsus yanlıları aslında diğer hekimlerin büyük çoğunluğundan daha fazla kimya ile ilgileniyorlardı. Daha önce gördüğümüz gibi, bu çağda kimyanın “sihir” biçimi ile oldukça bilimsel biçimleri arasında ayrım yapmak oldukça güçtü. Ölmekte olan kimsenin son anındaki nefesini alabilmek, homunculus üretmek veya insan ruhunun enerjilerini toplaya­bilmek için yapılan girişimlere bir baktığımızda, gerçekten de yapay altın üretilmesi bile bunlardan çok daha gerçekçi hayaller gibi görünmektedir.

Bu yüzden Avrupa’nın yaygın bir tıbbî yamyamlık kültürüne sa­hip olmadığı Ortaçağda, cesetten ilaç yapmanın başlıca savunu­cularının simyacılar olması bir rastlantı değildir. Kan ve kemi­ği ustaca ve gizli formüllerle damıtan bu insanlar için, insanın organik malzemelerinin başka bedenlere aktarılması, büyük bir meydan okuma gibi görünüyordu. Eğer temel yamyamlık tabu­sunu bir kenara atan bir şey varsa, o da Hıristiyan simyacıların saygın sanatıydı.

Ancak yirminci yüzyıla geldiğimizde işler değişti. Her ne kadar eski moda bilim tarihleri kimyanın, simyanın mistik bataklıkla­rından başarıyla çıktığını yazsa da, Irvine ve Boyle gibi insanlar öyle hissetmiyordu. Onyedinci yüzyıl biterken, simya ve kimya (bizim bakış açımıza göre), daha “bilimsel” hale gelirken, bu alanlarla uğraşan birçok kimse için hâlâ dinî kısmı ağırlık taşı­yordu. Modern bilimciler gibi, Paracelsus yanlısı kimyacılar da aşırı derecede sabırlı, titiz ve hassastı. Onyedinci yüzyılda fırın­ların tasarımı ve kullanılan yakıt türleri sürekli ve titiz bir şekil­de revize edildi. Ayrıca İngiltere’de monarşinin yeniden kurul­masından kısa süre sonra, ilk mikroskop çağına girdiğimizi de unutmamalıyız. Burada din ve bilim, tuhaf ve beklenmedik bir tarzda birleşiyor gibi görünmektedir. “Batınî” sözcüğü genellikle dinin mistik formlarıyla ilişkilendirilse de, sözlük anlamı “giz­li”dir. Mikroskop, çıplak insan gözünden gizlenmiş bazı şeyleri ortaya çıkardı. Deneyler daha önce görünmeyen veya bilinmeyen bileşikler düzeyine inmeye başlayınca, gizli güçler ve maddeleri oldukça ciddiye alma fikri -kabaca mistik olmaktan çok- bilimsel görünmeye başladı. Webster ayrıca İngiliz bilimsel çabalarının büyük çoğunluğunun özellikle Protestan dindarlığına bulandığı­nı ortaya koymuştur. Özellikle Püritenlerin katı ahlakının tıbbî yamyamlık kimyasına yaklaşımlarını ne kadar etkilediği merak edilmeye değer bir konudur. Bazılarına göre, (örneğin) kanın ham olarak kullanımı, kimya ve simyanın çok emek gerektiren çalışmalarıyla kıyaslandığında, çok kolaydı.

Kanın Simyası

Mikroskop ayrıca kimyasal analiz süreçlerini geliştirmeyi müm­kün kıldı. Paracelsus yanlıları farklı maddelerin “yağ, tuz ve ruh­larını” ayırma girişimleriyle dikkat çekiyordu. Bu çabalar insan bedenini kapsayacak şekilde genişletildi ve özellikle kan, çeşit­li kimyagerler ve hekimler tarafından damıtılıyordu. Leonardo Fioravanti’nin “kendi ürettiği insan kanının beşinci özü”nün “ölüleri canlandıracak kadar iyi” olduğu iddiasını görmüştük. Fioravanti’nin açıkça inandığı üzere, bu her derde deva ilacın başarısında, damıtma hayati önem taşıyordu. Bu arada Moise Charas, kanın yiyecek gibi ele alınamayacağında ısrar ediyor­du. Eğer içilirse, midede hazmediliyordu. Ve zaten bağışçının damarlarını terk ettiği anda önemli değişikliklere uğruyordu. Ancak Charas “damıtma ve insan kanının saf kısımlarını ayır­ma yoluyla, en etkili ilaçlar hazırlanabilir” diyordu. Sonra da bu damıtma için çok hassas talimatlar vermeye başlıyordu: “Mayıs ayında, kızıl saçlı olmayan sağlıklı genç erkeklerden önemli mik­tarda kan alın”. Sonra şunları yapmalısınız:

Sonra bu kanı… topraktan yapılmış bir veya iki kaba (simya kapları) dörtte üçü boş olacak şekilde koyunuz. Sonra başlık­larını ve küçük alıcı kabı takınız. Mutedil bir ateşte tüm suları buharlaşana kadar ısıtınız. Kapta geri kalanların oldukça kuru, ancak yanmamış olması gerekmektedir. Bunun için özellikle ısıtmanın sonuna doğru ateşe büyük dikkat göstermelisiniz. Sonra kapları soğutup, bütün kaplardaki kuru kanı büyük bir beyaz kaba koyup, içine damıtılmış su ekleyin ve kapalı bir fı­rına koyup, kaba büyük bir alıcı kap koyarak, ilk başta yavaş sonra çok şiddetli ateşte yeniden damıtın ve bu yolla yağı olan yeni bir su elde edeceksiniz. Bu arada akışkan bir tuz ortaya çıkacak ve kapta beyaz bulut halinde bulunurken, alıcı kapta çözülecektir.

Avrupa Tıp Tarihi - Mumyalar Yamyamlık Hakkında

Bu tarif, hem sanayi öncesi dünyada bu gibi süreçlerin tipik yo­ğun çabasını yansıtırken, hem de fizyolojik ve pratik değer ta­şıyan talimatlara içermektedir. Kanın ham maddesini çok daha az yamyamca görünen bir şeye dönüştürmektedir. Benzer şekil­de Tentzel de, uygun bir şekilde işlenmesi kaydıyla bedenin ilaç olarak kullanımını kabul etmekte, ancak bir kimsenin yalnızca beslenir gibi, “insan kanını vücuduna almasını iğrenç, yararsız ve tehlikeli” olduğunu açıkça vurgulamaktadır.

John Locke, 1690 yılında bu ustalık gerektiren işlemlerin psiko­lojik önemini, oldukça farklı bir bakış açısıyla değerlendirmiştir. Bazı Peruluların alışkanlıklarını kınayan Locke, öfkeli bir şekilde Garcilasso de la Vega’dan şu alıntıyı yapmaktadır: “Onun yazdı­ğına göre bazı vilayetlerde, insan etine o kadar düşkünlerdir ki, son nefesini vermesini bekleyecek kadar sabırları olmadığından, ölmekte olan adamın yaralarından akan kanları emerler”. Locke bu alışkanlığın klasik Roma’da veya kendi devrinde Almanya ve başka yerlerde epilepsi hastalarının alışkanlıklarına büyük ben­zerlik gösterdiğinin farkında değil gibi görünmektedir. Ancak mevcut durumda asıl önemli olan, bu gibi ham tüketimle, 1660’lı yıllarda Locke tarafından gerçekleştirilen tamamen sorunsuz kan deneyleri arasındaki keskin karşıtlıktır. Boyle’un bu deneylere katılımı ve ilaç olarak hazırlanan kana ilgisini dikkate aldığımız­da, kendisi de bir hekim olan Locke’un, hastalar tarafından bu deneyler sonucu ortaya çıkan maddelerden bazılarının tüketil­mesi ihtimaline açık olması gerekirdi. Locke’un kendi çalışma­ları yüksek oranda pişirilmiş kan kullanımını önerirken, onun faaliyetleri ile Peruluların faaliyetleri arasındaki fark, Peruluların kan ve eti yalnızca (iddiaya göre) yiyecek olarak kullanılmasıyla daha da artmaktadır: “İnsan etini halkın içinde yiyorlardı… ve savaşta esir alınan yabancılara yaptıklarını, kendi çocuklarından da esirgemiyorlardı”.

Birkaç yıl öncesinde Christopher Irvine, kandaki canlar ve ruh arasındaki ilişkiye özellikle temas edecek şekilde, kimyasal işlem­den geçirmenin önemini tartışmıştı. Fludd gibi, “Kutsal kitaplar bize kanın canların temel savaş arabası olduğunu, ruhu kana ko­yarak söylemekte ve öğretmektedir” diye vurguluyordu. Ayrıca “Eğer can, ruhu bedene bağlayan bağ ise, o zaman o can, ruhun en güçlü biçimde çalıştığı yerde olacaktır” diye iddiasını sürdü­rüyordu. Bu birkaç satırda, Irvine ceset tıbbı hakkında, özellikle Paracelsus yanlıları tarafından çoğu zaman ima edilenleri açıkça söylüyordu: son tahlilde bu tuhaf tedavideki en güçlü katkı mad­desi, ruhun kendisidir. Ruh bir güç kaynağıdır ve güç bir şekilde bedene sızar ve çalışkan kimyager tarafından ele geçirilmeye ha­zırdır. Bu yüzden “içinde bol miktarda can bulunan ve bu can­ları bedene ileten… kan, kesinlikle hastalıkları tedavi etmeye en uygun araçtır”. Canın insan kanında kolayca bulunacağını ekle­yen Irvine, yine de şu uyarıyı yapmaktadır: Buradan hemen ka­nın herhangi bir mayalanma veya çürüme sürecinden geçmeden alınıp kullanılabileceği sonucuna varılmamalıdır”. Bu mayalanma sürecinin ne kadar titiz biçimde ele alınması gerektiğini vurgula­yan Irvine, sonra daha çok simya literatürünün gizemli tonunu ta­şıyan bir “gizli” kan kullanım yöntemini savunmaya geçmektedir.

Manş Denizi’nin öte yakasında, birkaç yıl sonra, insan kanı yağı daha da büyük batınî harikalar arasında yerini aldı. Çünkü Pro­meteus’un tanrısal güç hayallerini taşıyan yalnızca Paracelsus değildi. Fransız tabiat felsefecisi Georges Pierre des Clozets, 24 Mart 1678 tarihinde Boyle’a gönderdiği bir mektupta, simya us­talarının Nice yakınlarındaki bir toplantısından söz etmektedir. Bu toplantıda “Çinli beyefendi Pursafeda, yaklaşık yedi aylık, kan balsamı şişesinde yani insan kanı yağı içinde beslediği bir homunculusi gösterdi”.

Ceset Simyası: Ruh Laboratuvarı

Croll ve Schroeder’ın yaygın olarak kullanılan Paracelsus tarzı reçetesi, bize zaten en yeni ve en yozlaşmış (suçlu) cesedinin ham yamyamlık düzeyinin üzerine nasıl çıkarılabileceğini gösteriyor­du. Ceset titizlikle mür ve aloe ile işleniyor ve şarap ruhunda yu­muşatılıyordu. “Açık bir havada” ay ışığı altında bırakılacak ve böylece otomatik olarak bütün kozmik astrolojik etkiler ve ayın etkisinin cesede nüfuz etmesi sağlanacaktı. Nihayet, duygusal olarak parçalanmış bir cesedin ham parçacıklarından, “en kızıl toz” -insan bedeninin en günahkâr yamyamın istese bile çiğne­yemeyeceği derecede damıtılmış çok soyut bir insan vücudu- ha­line geliyordu.

Herkes bu çok hassas reçeteyi uygulamasa da, altında yatan ya­rı-simyevî prensipler, insan bedeninin büyük ölçüde benzer kul­lanımlarına da ilham vermiş olabilir. Örneğin; 1611 tarihli Eti­yopya tarih kitabında yer alan şu formüle bakınız:

En iyi tene sahip bir esir Faslıyı aldılar ve onu uzun süre beslen­me ve ilaç rejimine tabi tuttuktan sonra, uykuda iken kafasını kesip, bedeninin her yerinde yaralar açtılar ve bu yaralara tüm en iyi baharatları koyup, onu samanla sarıp sonra bezle sar­dılar. Daha sonra rutubetli bir yere gömerek, üstünü toprakla kapattılar. Beş gün geçtikten sonra, onu tekrar çıkarıp, kefeni ve samanları sıyırdıktan sonra, cesedi güneşe astılar. Ceset çö­züldükçe saf balsam benzeri, çok pahalı bir madde damlıyordu. Güneşte asılı iken kokusu, birçok kokunun birleşimiydi.

Burada yine (“ten rengi en iyi olan”) kurban, şiddet içeren bir ölümle, muhtemelen hâlâ genç ve sağlıklı iken ölmektedir. Ancak en çarpıcı olan husus, bu formülün -kısmen güneşin doğal gücü­nü kimyagerler tarafından kullanılan ısının bir versiyonu olarak kullanması yoluyla- özünde insan organizmasından en saf altını, harika kokusu, ölmüş ve hayatta olan Katolik azizleriyle özdeşleş­tirilen “kutsallığın kokususu”nu yansıtan bir balsam biçiminde üretmesidir. Buna karşın Paracelsus’un önerdiği süreç, yalnızca insan etini “kokusu olmayan” bir şeye dönüştürmekte, kesinlikle bu formülün ürettiğinden daha aşağı kalitede bırakmaktadır.

Bu anlatımın bir şehir efsanesi olarak adlandırılan olayın bir ver­siyonu olması da mümkündür. Çünkü Robert Fludd Kuzey Afri­ka’dan yeni dönmüş bir denizcinin kendisine anlattığı çok benzer bir reçeteyi işittiğini iddia etmektedir: “Bir Yahudi, gemide bir kızıl saçlı bir İngiliz denizciyi görünce, ona aşık olduğu numarası yapıp onu üç yüz sterline kendisini ona köle olarak satmaya ikna etmişti. Zamanı gelince Yahudi sahibinin kendisine özgürlüğünü vereceğini ve kurtulacağını düşünüyordu”. Sonra;

Gemi yola çıkmaya hazırdı ve denizciler köle olan arkadaşlarını almak üzere Yahudi’nin evine giderek arkadaşlarını istediler. Ev sahibi onları arka bahçeye götürdü. Orada kızıl saçlı kölenin sırtının kırıldığını ve ağzında tıkaç, boğazının şişkin olduğunu gördüler.

Yahudi şaşırtıcı bir açık sözlülükle “buna ağzına zorla soktuğu engerek yılanı ısırmasının yol açtığını” itiraf etti. Sonra kurbanı “asmış ve sıcak güneşe bırakıp, çenesinin altına gümüş bir kap koymuştu. Böylece ağzından damlayan salyadan” Yahudi “doku­nan herkesi öldürecek kadar ölümcül bir tür zehir yapıyordu”.

Burada yine Yahudi mumya satıcısı örneğinde olduğu gibi, suçlu en gizli sırlarını açıkça anlatıyor görünmektedir (‘Kızıl saçlı ar­kadaşınız mı? Elbette! Şu anda biz konuşurken ona işkence yapı­lıyor…”) Yahudi mahkûmlar ve Yahudilerin Hıristiyanlara karşı işlediği cinayetler hakkındaki fantastik öykülerin bolluğu, bize bu rivayetin de bir diğer Yahudi karşıtı efsane (Fludd ve arka­daşları ne kadar inanmış olurlarsa olsunlar) olduğunu kuşkusuz göstermektedir. Fantezilerin diğerlerinde olduğu gibi, burada da durum aynıdır. Bir kez daha ceset bir tür simya ürünü haline gel­mektedir. Bu olayda daha da korkunç olan yön, kurbanın hâlâ hayatta olmasıdır. Standart Paracelsus reçetelerinde olduğu gibi, mağdur yalnızca genç ve sağlıklı değil, aynı zamanda kızıl saçlı­dır (Dolayısıyla kanı üstün nitelikli ve değerlidir).

Etiyopya reçetesinin tamamen uydurma ihtimali daha düşüktür. Çünkü John French’in insan organlarını ezerek çorba haline ge­tirmesi örneğinde olduğu gibi, bazı Paracelsus formüllerinden daha tuhaf değildir. Ancak son tahlilde bu iki olayın en önemli yönü gerçek olup olmadıkları değildir. En ilginç olan husus; ce­setten ilaç yapan birçok Avrupalıya bu öykülerin gerçekten an­lamlı gelmesidir. Her iki öyküde de manevî veya kimyasal gücün insan organizması içinde atıl bir şekilde yattığı inancı egemen­dir. İkinci örnekte bu gücün engereklerin zehiri yoluyla biraz değiştirildiği anlaşılmaktadır. Ancak “reçete” açıkça cesetten ilaç yapmanın tersine çevrilmiş versiyonudur. O dönemde, ustaları tarafından zehirin ilaca dönüştürülebileceği (ve tam tersinin ya­pılabileceği) anlayışı genel prensipti. Örneğin; Thomas Fuller “iyi bir fiziğin zehri ilaca dönüştürebileceğini” açıklamaktadır.

Fludd şunu itiraf ediyordu:

Bütün bir adamdan, harika sağlıklı ve insanlığa yararlı manevî bir mumya yapılabilir… Ayrıca insandan manevî mumyasının tuhaf bir şekilde bozulmasıyla, dünyada daha tehlikeli ve daha kötüsü bulunamayacak bir zehir yapılabilir.

Burada mumyanın etkisinin, temel gücü aynı kalmak kaydıyla radikal biçimde değiştirilebileceği ima edilmektedir. Bu güçlü zehir, Paracelsus’un evrensel her derde deva ilaç veya hayat ik­siri olan mumya fikriyle tamamen uyumludur. Üstelik kurbanın belinin kırılması mumya reçetelerinde bulunmasa da, asılan suç­luların boyunlarının kırıldığı unutulmamalıdır. Daha doğrusu, canların tıbben en yararlı hale getirilebilmesi arzusuyla uyum­ludur. Omuriliğin canların ana iletim hattı olduğu, beyinden sinirler ve damarlar yoluyla nadide biçimde canların aktarıldığı düşünülüyordu. Sözde Yahudi reçetesinin genel amacı, normal fizyolojiyi kesintiye uğratma yoluyla bu canların yönünü veya yerlerini değiştirmek gibi görünmektedir. Eğer canlar vücutta dolaşamazlarsa, Fludd’un tarif ettiği gibi “tuhaf bir bozulma şek­liyle” mayalanacak veya çürüyecektir.

Bu iki öykü bize Paracelsus tarzı mumyanın dinî ve bilimsel sta­tüsü konusunda ne söylemektedir? Potansiyel olarak bedenin do­ğal canlılığı (olumlu veya olumsuz anlamda) Tanrı’nın gücünün maddî indeksi olarak görülebilir. Örneğin; ezilmiş bütün bir ce­set yığınından damıtılmış ve aqua divina olarak bilinen bir ilaç­la kıyaslayınız. Her şeyden önce her iki öykü de Avrupalıların ‘tanrısal bilim’in doğru sınırları hakkındaki kaygılarının şifresini çözüyor gibi gelmektedir. Öykülerde yer alan Etiyopya ve Yahu­di şahıslar, yalnızca ırkçılığın, yabancı düşmanlığının veya dinî bağnazlığın genel yansıması değildir. Aynı zamanda yalnızca bu yabancı veya şeytanlaştırılmış insanların böylesine aşırı Faustcu bir cüretle doğanın güçlerini manipüle edebilecekleri anlayışını yansıtmaktadır. İlk bakışta, ceset kimyasının bu Yahudi karşı­tı versiyonu, Outekalar veya Antilerin “kaba yamyamlığı”nın bir sapması olarak görülebilir. Kurban henüz canlı iken, etkin biçim­de yenilmekte veya kurutulmaktadır. Çoğu zaman olduğu gibi bu Yahudi karşıtı fantezi de birçok çelişkiler içermektedir. Ayrıca insanın yaşam güçlerini bu kadar iyi kullanmaya çalışanlara kıs­kançlık içeren bir hayranlığın izleri görünmektedir. Her şeyden önce Irvine, Fludd’un anlattığı türde canlar ve can transferi fi­kirlerinden çok fazla etkilenen bir adamdı. Ve daha önce gördü­ğümüz gibi, canlı insan bedeninden elde edilmiş tedavi edici bir “mıknatısın” gerekliliğini oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı.

Dindar Protestan simyacılar ve kimyacıların bu tür deneyle­ri açıkça övmediklerini düşünebiliriz. Gerçekten de Paracelsus yanlıları, genellikle hekimin dindarlığını bir öz-bilinç noktası olarak görmekte, bu yüzden kendilerini diğer daha dünyevî he­kimlerden ayırmayı ummaktadır.102 Bu gibi şahsiyetler kendileri­ni, dine aykırı biçimde doğal güçlerin işine karışan kişiler değil, bedenin ilâhî özünü saygıyla çeken kişiler olarak görüyorlardı. Bunu daha iyi anlamak için, maden simyasının ardındaki temel (ve genellikle unutulmuş) mantığı fark etmemiz gerekmektedir. Erken modern dönem kimyagerleri sonradan ortaya çıkan orga­nik bitki yaşamı ile inorganik mineraller arasındaki ayrımı tam olarak anlamamışlardı. Bu çağın yazarları yeryüzünün “rahmi” veya “bağırsakları” derken daha çok lafzî anlamlarını kastediyor­lardı. Çünkü Shakespeare veya Dryden döneminde, madenler bile yer altında “yetişiyordu”. Madenlerin yavaş yavaş yeraltında olgunlaştığı fikri, altının aslında belli bir maden olmayıp, doğal, en mükemmel nihaî ürün, bütün metal cevherlerinin nihaî hali olduğu genel inancı haline geldi. Hatta kurşun bile yeterli zaman geçerse altına dönüşebilirdi. Bu anlayış Avrupalıların Güney Amerika deneyimi ile güçlendi. Çünkü o bölgedeki efsanevî al­tın rezervlerinin Guyana veya Peru güneşinin şiddetli sıcağından meydana geldiğine inanılıyordu.

Avrupa Tip Tarihi - Mısır Mumyaları Yamyamlik Hakkinda

Bu açıklamaların ışığında, simya tuhaf bir fantezi olmaktan bir ölçüde çıkıp, mantıklı bir hızlandırma süreci haline gelmekte­dir. Çeşitli cesetten ilaç yapma biçimleri de, çeşitli düşük kaliteli madenlerin hepsinin yavaş yavaş doğal nihâî halleri olan altına dönüşeceği temel modeline dayandırıldığında oldukça farklı gö­rünmektedir. Daha önce gördüğümüz gibi, Mısır mumyası daha çok zamanın doğal simyası olarak görülebilir. Bu cesetler ham madenî niteliklerinden sıyrılmış, tamamen saf ve yoğun bir şekil­de hayat dolmuş hale gelmişlerdir. Burada yine van Helmont’ın insan beyninin ölümden sonra “kafatası içinde tüketildiği ve çö­züldüğü” anlayışını hatırlarsak, kafatasının herhangi bir yapay yardım olmaksızın, oldukça doğal bir şekilde beynin kimyasal güçlerini özümsediği sonucuna varırız. Diğer araştırmacılar bedenin doğal kimyasal güçlerinin sunduğu ipuçlarından yarar­lanarak, onları aktif biçimde güçlendirmeye girişti. Fransız hekim Nicolas Lémery’ye göre; bir canı, yağı ve akışkan tozu, beyni hâlâ içindeyken taze insan kafatasından damıtmak mümkündü.

Dindar simyacılar kendilerinin çok kutsal bir işle uğraştıklarını düşünüyorlardı. Ve bu maneviyat havası yalnızca (Tanrının sırla­rına şeytanca müdahale etmenin karşıtı olarak) doğal süreçlere yardımcı olma fikrinden kaynaklanmıyordu. Birçok simyacı ay­rıca kendilerinin de benzer (ve açıklanamaz) bir manevî arınma sürecinden geçtiklerine inanıyorlardı. Bu bağlamda, tipik olarak nötr, neredeyse makine benzeri bir tavrı tercih edip, kişisel nite­liklerinin etkisini yok etmeyi amaçlayan modern bilim insanının tamamen zıttı idiler. Çünkü gerçek simyacı için, başarı veya başa­rısızlık tamamen kişinin kendi manevî haline bağlıydı.

Bir kimsenin madde dünyasına böylesine dindarca bir yaklaşımı benimsemesi için, özbilince sahip bir simyacı olması şart değil­dir. Örneğin; Charas hem kanın işlenmesine vurgusu açısından bilimsel davranıyor, hem de tıp ve doğaya genel yaklaşımında empatik bir saygılı tavrı benimsiyordu. Etkin ilaçların bileşimi­nin, ancak “kimyasal eczacılığın yardımı olmaksızın başarılama­yacak bütün maddelerin tam olarak çözülmesi ve hazırlık yoluyla elde edilebilecek ustalık ve tecrübe gerektirdiğinde” ısrar ediyor­du. Charas bu sözleri, “insan bedeninin… beyin, kan, yağ, saç vs. gibi gerçek ilaç niteliğinde parçalar içerdiğini” savunduğu bir pasajda yazıyordu. “Bir eczacılık öğrencisi bu insandan oluşan ilaçların düşünmeli ve nasıl hazırlanacağını anlamalıydı”. Ancak bütün bunlardan önce şöyle diyordu:

İyiliksever Yaratıcının rahmeti o kadar büyüktür ki, insanın kendi aşırı, şehvet dolu merakı yüzünden her gün kendi başına getirdiği üzücü felaketlerin… etkilerinin yumuşatılması için, kendi bedenine mükemmel ilaçlar koyarak, onu başka şeye muhtaç etmemektedir.

İlk Yorumu Siz Yapın

Gönder