adscode
adscode

Kültürü iklimi eğitim sistemi Finlandiya da 1 yıl

Özellikle son dönemlerde yurt dışında yeni bir hayat kurmak oldukça revaçta. Birçok insan çeşitli sebeplerle kısa veya uzun vadeli planlarla yabancı ülkelerde yepyeni yaşamlar inşa ediyor. Ancak yeni

Kültürü iklimi eğitim sistemi Finlandiya da 1 yıl


Konfor alanından çıkmak, bir bilinmezliğe, bir maceraya atılmak zaman geçtikçe insanın atlaması gereken daha büyük bir eşik haline geliyor. 17 yaşında Bursa’da yaşayan bir lise öğrencisiyken sadece 10 dakika içerisinde bir sonraki yılımı hayatımda üzerine hiç düşünmediğim bir ülkede, Finlandiya’da geçirmeye karar vermiştim. Aradan 11 yıl geçti. Bugün böyle bir kararı bu kadar keskin bir biçimde alabilir miydim, sanırım hayır.

İngilizce öğretmenimin ön ayak oluşuyla uluslararası öğrenci değişim programı olan AFS’nin Türkiye’deki partneri Türk Kültür Vakfı’nın düzenlediği yazılı sınava girdim. Lisenin son yılını bana sunulacak 36 ülkeden birinde okumam için girdiğim yazılı sınavdan geçince, AFS gönüllülerinden oluşan bir komisyonun sözlü sınavına girdim ve değişim öğrencisi olmaya hak kazandım.

Ülke seçimi döneminde ben İtalya’yı düşünürken İngilizce öğretmenimin, “Oğlum onlar da bizim gibi Akdenizli. Onlar da bizim gibi. Bambaşka bir ülkeye gitsene” önerisini o kadar benimsedim ki, Eurovision 2006’yı kazanmaları haricinde kültürü hakkında hiçbir şey bilmediğim Finlandiya’da 1 yılımı geçirmeye karar verdim.

AFS’nin kuralı şudur: Gittiğin ülkede sana bir ‘host aile’ bulunur. O aile senden tam olarak sorumludur. Sana bir ‘aile’ olması gerekir. Değişim öğrencisi kaldığı evi otel gibi kullanamaz. Programın aracı gidilen ülkenin kültürüne uyum sağlamak ve kendi kültürünü tanıtmaktır. Bu sebeple programın bitiminde -lise son bile olsan- ülkene dönmek ve öğrendiğin kültürü ülkende temsil etmek zorundasın.

Finlandiya yaşantımla ilgili her ayrıntıyı dün gibi hatırlıyorum. İlk olarak AFS’nin Finlandiya şubesi sana nerede aile bulursa orada yaşamak ve oranın lisesinde okumak zorundasın. Helsinki de olabilir, kuzey kutup dairesindeki Rovaniemi de. Bana Helsinki’ye sadece 45 dakika uzaklıktaki tatlı şehir Espoo’da yaşayan bir aile bulundu. Ailenin fotoğraflarının olduğu, aile bireylerinin kendilerini anlattıkları bir dosya Bursa’daki evimize postalandı. 14 Ağustos 2011, annemin gözyaşlarıyla Helsinki’ye taşındım.


Atatürk Havalimanı'nda annem, babam ve ablam

Havaalanında elinde benim ismim olan bir kağıtla Finli ‘host babam’ beni karşıladı. Şimdiye kadar okuduklarınızla Finlandiya’ya giderken tabii ki Fince değil ama İngilizce bildiğimi mi düşünüyorsunuz? Hayır. Sadece Türkçe, A1 seviyesinde İngilizce. Sevgili host babam, tek bir kelime bile İngilizce konuşmadan beni karşıladı. Adam sadece Fince konuşuyor ve hiçbir şey anlamıyordum. Bir ‘hi’ bile demedi…

Arabaya bindik, havalimanından tahminlerime göre eve gidiyoruz, çünkü hiçbir şey anlamıyorum ve host babam bana yol işaretlerini Fince söylüyor. Elimde bir Türkçe-Fince sözlük, adamın söylediğini canhıraş sözlükten bulmaya çalışıyorum. Bahsettiğimiz kişi büyük bir teknoloji şirketinde üst düzey bir yönetici. İngilizce seviyesi C2.

En sonunda eve vardık, host annem ve host kardeşimle tanıştım. Bana ait bir oda ve bir bisiklet… En küçük bir sohbeti bile anlamam saatler sürüyor. Telefonum efsanevi 3310, bilgisayarım yok. Sadece elimdeki sözlükle bir şeyler anlayabiliyorum. Sözlükten bakıp anladığım soruya İngilizce cevap verince ise cevap çok net: SUOMEA (Fince) Bir on dakika da vereceğim cevabı sözlükten buluyorum. Sudan çıkmış balığa döndüğüm ilk günüm, 30 dakikamı ayırarak Fince kurabildiğim, “Burada en yakın Playstation Cafe nerede?” sorusunun host ailemde yarattığı şok etkisiyle daha da ilginçleşiyor. Tabii Türk gencinin üniversite sınavına PES 10 oynayarak hazırlandığını bilmiyorlar. Finlandiya’da her evde Playstation zaten var. Neden bunun için bir iş yeri açasın ki?

Bu komik ve sancılı tanışma faslının ardından Espoo ve Helsinki’yi gezmek için yola çıkıyoruz. Yolda bir şok daha: Kentte o gün maraton varmış. Katılımcılar yolda koşarken host babam arabanın hızını 10km/s’ye düşürüyor, baba, anne ve yanımda oturan kardeş aynı anda camı açıyor ve 10 dakika boyunca “Hyvaa hyvaa (Çok güzel)” diyerek alkış tutuyor. Ben şok içinde, “Ben neredeyim? Türkiye’de olsak arkadaki otomobil önümüze kırar, yavaş gidiyoruz diye küfreder” diye düşünürken kendimi camımı açmış, “Hyvaaa” diye bağırırken buluyorum.


Finlandiya'daki ilk günüm. Espoo'yu seviyorum

Küçük ve tatlı bir şehir olan Espoo turundan sonra rotamız Helsinki. Ailemin dediğine göre Finlandiya’ya taşınan bir kişi mevsim ne olursa olsun ilk iş bir kış montu almalı. 11 yıl geçmesine rağmen hala giydiğim montumu aldıktan sonra patatesin ve somonun nasıl bu kadar fazla pişirilme yöntemi varmış diye şaşırdığım Fin mutfağıyla tanışıyorum.

Fin mutfağı balık ve patates konusunda kendini geliştirmiş. Ülkenin coğrafi şartları nedeniyle zengin bir tarım çeşitliliği yok. Bu nedenle mutfakları Türk, İtalyan ya da Fransız mutfağı gibi ekollerle mukayese edilemez. Hatta şöyle bir Fin sözü duymuştum: Fransızlar yemek için yaşar, biz yaşamak için yemek yeriz. Ancak Finlandiya’daki yemek kültürüyle ilgili unutamadığım birkaç nokta var. Hayatımda ilk defa geyik etini Finlandiya’da yedim. Host ailem meyveli bir tandıra benzer bir şey yapmıştı. Harika bir lezzet.


İkinci ailemle akşam yemeği

Kar örtüsünün her yeri kaplamasından önce sonbahar mevsiminde ise tüm şehir küçük bir cins mantarla dolar. Tüm ekim ayında host annemin kocaman bir boş sepetle pazarları yürüyüşe çıktığını ve ağzına kadar mantar dolu bir sepetle eve döndüğünü ve dördüncü pazar bu duruma Türkçe isyan ettiğimi hatırlıyorum. Ve en mükemmelini en sona bıraktım: Puuro. Yulaf lapası. Ülkede ilk uyandığım sabah masada önüme bu hafızamdan silmek istediğim şey kondu. Host babam ve kardeşim bana ve önümdeki puuroya bakıp kahkahalarla gülerken bir şeylerin ters gideceğini anlamalıydım. Ben bu kadar kötü bir şey yediğimi hatırlamıyorum.

Espoo ve Helsinki’de yemek sektörü genellikle Türk ve İtalyan restoranları tarafından domine edilmiş. Buradan okuldaki tüm arkadaşlarımın benimle tanışınca heyecanla beni götürmek istedikleri Eerikin Pippuri’ye selam olsun. Size kral, kraliçe gibi hissettiren, kapılara kadar uğurlayan kebapçı esnaflarını düşünün. Şimdi aynı hizmetin Fin halkına yapıldığını hayal edin. İşte Eerikin Pippuri’yi marka yapan bu.

Lisedeki ilk günüm, tüm öğretmenler geldiğimden haberdar. Finlandiya’da lise eğitimi de kredi sistemi gibi. Belirli alanlarda dersler seçmek zorundasın ancak seçmeli ders kataloğu o kadar geniş ki, bazen Espoo’daki bir yıllık lise öğrenimimin tüm üniversite lisans sürecimden daha dolu olduğunu düşünüyorum. Müzik, Futbol, İtalyanca, Avrupa Birliği Tarihi, Fotoğrafçılık gibi dersler seçtikten sonra – ve evet burada da Matematik dersinde hesap makinen olmaması abes – ilk dersime katılıyorum. Sınıfın en arka masasındayım ve tüm kızlar çok güzel. Ders bitiminde birçok insanla kaynaşıyorum ve bana ilk olarak yapmam gereken şey söyleniyor: Şubat ayındaki geleneksel dans partisi için bir eş bulmalısın. Herkesin bir önceki sezon eşlerini bulduğunu ve ‘çok az kızın kaldığını’ o yüzden acele etmem gerektiğini söyleyen arkadaşlarımın birkaç seçenek sunması sonucu hoş bir hanıma dans eşim olup olmayacağını soruyorum ve memnuniyetle kabul ediyor. Teşekkürler Annie… Her çarşamba 50 kız 50 erkek okulun yanındaki kapalı spor salonunda dans hocasıyla iki saat pratik yapıyoruz. 4 ay boyunca.

Okulumuzda öğle yemeği tabii ki bedava. Klasik, İslam/Musevi ve vejetaryen olmak üzere üç ayrı yemek çeşidi her gün sunuluyor. Süt ve kraker kısmı ise okulun her anında tüketilmeye hazır. Devamsızlık hakkı gibi bir durum yok ama zaten kimsenin keyfi gelmemezlik yapmadığı yazısız bir sosyal kontrat var. Bu sebeple bir kural koymalarına ihtiyaç yok.

12. sınıfın sonunda gireceğin ve tüm hayatını etkileyebilecek bir sınav için 3 yıl boyunca paralar harcayarak dershanelere gidilen, insanın kendisini tanımasına olanak vermeyen ve bu renkli bir yaşam vadetmeyen sistem için ailelerin olmayan paralarını harcadığı bir eğitim sistemi yok. Size sudan çıkmış balığa nasıl döndüğümü şöyle anlatayım. Ülkedeki en yakın arkadaşım, ki hala en yakın arkadaşım, sosyoekonomik olarak düşük statüdeki bir ailenin bireyi olmasına rağmen 16 yaşındayken 10 ülke gezmişti. Finlandiya benim ilk yurt dışı deneyimimdi. Okuldaki tek değişim öğrencisi olduğum için onlarca öğrenciyle tanıştım. Herkes Türk olduğumu bilirdi. Sınıftan bir arkadaşım bir gün yanıma gelerek, “Önümüzdeki hafta Belek’e golf turnuvasına gidiyorum” demişti. Ben hayatımda Belek’e gitmemiştim. Bu çocukların yurt dışı seyahatleri yaptığı, dans partileri düzenlediği yaşlarda ben milyonlarca akranım gibi akşam 17’de liseden çıkıp dershaneye gidip 23’te eve varıyordum.

Normal şartlarda AFS öğrencisi, host ailesiyle 1 yılını tamamlar ve ülkesine döner. Benim tam 4 host ailem olmuştu. İlk ailem, bana henüz kalıcı bir aile bulunmadığı için geçici olarak bana bulunmuştu. Daha sonra bana bir aile bulundu, ancak ailenin kendi kuralı, farklı tecrübeler kazandırmaya ön ayak olmak için 3 aylığına bir öğrenciye host aile olmaktı. Daha sonra doktor bir çiftin evine yerleştim. Bu mükemmel insanlar iş nedeniyle bir başka şehre taşınmak zorunda kaldı ve son durağıma, kilisede rahip olan, 8 çocuklu Seppo babamın Sarkiniemi ailesine taşındım.


Sarkiniemi ailesi

Birçok ailede yaşadığım için Fin kültürünü iç farklılıklarıyla beraber daha iyi anladım. İkinci ailem de zorunda kalmadıkça benimle asla İngilizce konuşmazdı. Ancak ülkede 85 yaşında bir yaşlının bile İngilizce konuşabilmesinin önemli bir sebebi var: Finlandiya’da dublaj yok. Filmler altyazılı. Bunu ilk gördüğümde çok şaşırmıştım çünkü bizim ülkemizde ana akım kanallarda asla altyazılı film verilmez.

Fin halkı gördüğüm en kibar, en saygılı, en sınırlarını bilen topluluk. Birkaç örnekle anlatayım. 10 kişilik bir Fin arkadaş grubuna ben 11. olarak dâhil olduğum an sohbet anında İngilizceye dönerdi. Bir ev partisinde makarnanın üzerine domuz pastırması dökülecekken sırf benim için –ki ne eti olduğunun farkında bile değildim- “Durr sakın dökmee” nidaları atıldığını hatırlıyorum. Kimliğim sebebiyle bırakın problem yaşamayı, o kadar meraklı ve ilgili sorulara maruz kalıyordum ki konuşmayı seven ben bile bazen bunalıyordum.


Lappi'de bir sabah

Fin coğrafyası, milliyetçilik kavramıyla ilgili düşüncelerimi de baştan aşağı değiştirmişti. Finlandiya, on yıllarca İsveç ve Rusya arasında bir savaş alanı olmuş. Bir dönem İsveç’e bağlı kalmış, bir dönem Rusya’ya. Ancak İsveçli nüfusu yüzde 10’dan az olmasına rağmen resmi ikinci dil İsveççe. Tüm ülke İsveççe bilir, her şeyin, her tabela, her resmi yazı, her şeyin İsveççesi de Fince ile beraber sunulur.

Beni en çok şaşırtan ise bu düzeni içselleştirmiş bir toplumun kendi diline ve kültürüne olağanüstü bağlı olmasıydı. ‘Futbol’ kelimesi evrenseldir. Her dilde küçük farklarla aynıdır. Fincede ‘jalkapallo’. Jalka=ayak, pallo=top. Bağımsızlık gününde tüm öğrenciler okula tuvalet ve takım elbise giyerek gelmişti. Herkes büyük bir masaya dizilen şampanyalardan almış ve bir öğrencinin sahneye çıkarak ateşli bir bağımsızlık konuşması yapmasının ardından herkes dans etmişti. Askere gitmeyen erkek toplumdan dışlanır, en yakın arkadaşım 2 yıl askerlik yaptı. Tüm dini ritüeller Fince yapılır. Herkes kültürüne oldukça bağlı, ancak bu diğer kültürlere saygı duymayı asla azaltmamış.

Gelelim Finlandiya’nın coğrafi koşullarına… Ekim ayında kar yağdı, mayıs ayına kadar zemini göremedim. Bazen nefes alırken burnumun içinden tıkırtılar gelirdi. Donmuş çünkü. Bu sebeple insanlar boş zamanlarını dışarda gezerek değil, evlerinde geçirmeyi tercih ederlerdi. Bu da ev partilerinin aşırı yaygın olması demek. İşte tam bu noktada bir Fin vatandaşının ne kadar kurallara bağlı olduğuna dair bir örnek vereyim. Doğum günüm sebebiyle bir arkadaşımın ailesinin evinde parti verdik. 18 yaşına gireceğim. Partiye gitmeden önce büyük bir markete uğrayarak alkol satın almak istedim ve görevli kadın bana alkolü 17 yaşında olduğum için satmadı. Ama gece yarısı 18 oluyorum dediğimde ise o epik cevabı verdi: O zaman gece yarısı gel al.

Finlandiya’da kabaca her aile başına bir göl düşer. Göl kenarında evin olması bir Finli aile için oldukça olağandır. Tüm ülke zaten ressam Bob Ross’un tuvalinden çıkmış gibi sevimli ağaçlar ve göllerle dolu olduğundan, ülkemde –hele bu günlerde- bir ev sahibi olmak lüks sayılırken Finlandiya’da göl kenarında evinin olmasının sıradanlığı beni fazlasıyla sarsmıştı. Kamp yapmak, donmuş gölden balık tutmak, kayak yapmak, buz pateni… Bunlar bir Finlinin doğar doğmaz kazandığı yetenekler. Ve tabii ki özellikle buz pateni için, herhangi özel bir alana gerek yok. Herkesin ayakkabısı var ve her yer bunun için uygun. Ancak ben arkadaşımın hokey sopasına tutunarak buz pateni yapmam, daha sonra takla atarak ayakkabıyı kırmam ve ortalama yaşı 4 olan 20 adet çocuğun başıma toplanarak kahkahalarla gülmesinin ardından bu sporla arama mesafe koydum.


Helsinki'de bir buz pateni alanı

Bu güzel ülkenin bir diğer özelliği ise, her evde bir sauna olması. Apartman daireleri dahil her evde. Bu Finlandiya’da bir evin standart özelliği. Fin kültüründe sauna vazgeçilmez. Saunaların kapısı genelde bahçeye açılır, bahçe genellikle bel hizasına kadar karla doludur, 100 derecelik odadan çıkan kişi kendini kar kütlesine atar, 1 dakika yuvarlanır ve koşarak saunaya geri girer. Yakında bir göl varsa, ki muhtemelen vardır, gölün buz katmanı delinir, gölde yüzülür ve koşarak saunaya geri dönülür.


Kuzey Kutup Dairesi'nde gölden balık tutmaya çalıştığımız başarısız girişim

Finlandiya ile ilgili çok sevdiğim bir örnek var. İkinci ailemdeki host annem beni gazeteci patronuyla tanıştırmıştı. Adam Türkçe konuşunca şok olmuştum, meğer karısı Türk’müş. Beyefendinin eşi ressam, kendisi gazeteci. Adam Türkiye’ye taşınmak istiyor, karısı ise gönülsüz… Türkiye’nin haber zenginliği açısından ne kadar dolu olduğunu, ama bir ressam için ise ne kadar zor bir coğrafya olduğunu gözler önüne seren harika bir örnek.

Fin toplumu sosyal devlet anlayışını muhteşem uygulayan bir model yaratmış. Bir belediye otobüsü şoförüyle sohbet ettiğimde her yaz ailesiyle Kemer’e tatile gittiğini öğrendiğimde ülkedeki 7. ayımdı ve şaşırmamıştım. Neden gidemesin ki?

Demokrasiyi tam anlamıyla uygulamak, bu refah modelinin en kilit noktalarından biri. Finlandiya 2012 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’ne şahit oldum. Arkadaşlarım Helsinki’de bir konferans salonunda tüm adayların bir panelde vatandaşların sorularını yanıtlayacağını ve mutlaka gelmem gerektiğini söylediler. Koşarak gittim. Tüm adayların özetini bana tek tek yaptılar ve favori olarak en sağda oturan Niinistö’yü gördüklerini söylediler. 17 yaşımda, çat pat İngilizcemle, daha eğitimine başlamadığım gazetecilik damarımın itmesiyle elimi kaldırarak Niinistö’ye “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini destekliyor musunuz?” sorusunu sordum. “Evet” cevabını verdi. Bugün Niinistö hala cumhurbaşkanı. Ama bugün ne cevap verirdi acaba? Bilemiyorum.


Dönemin Cumhurbaşkanı Adayı, Günümüz Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö (sağda)

Dönüp geriye baktığımda insan haklarına saygılı, dinlere, kültürlere saygılı, tartışma kültürünü benimsemiş, sanat ve spora hak ettiği değeri vermiş, kendi kültürünü asla üstün görmemiş ama asla değersizleştirmemiş, hiçkimsenin giyiminde, kuşamında, arabasında, telefonunda gösteriş yapmayı asla düşünmediği onurlu bir halk görüyorum.

ÖNE ÇIKAN HABERLER
2022'de Türkiye'de en çok izlenen sinema filmleri!
Mirza isminin anlamı
Miran isminin anlamı
Miraç isminin anlamı
Minel isminin anlamı nedir?
GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ

İlk Yorumu Siz Yapın

Gönder